Eyy ‘76 doğumlular farkındasınız değil mi? Neredeyse 48 koca yıl bitti…

Türkiye’de işçi sınıfının mücadele tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak bilinen 15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişinin yıl dönümünde (1976 yılı 15 Haziran) öğretmenlik yapan anne babamın ilk bebek heyecanında daha cinsiyetim bile oluşmadan adı konulmuş bir Umut’um. Direnişinin yıl dönümünde minik, şirin bir direniş olarak doğmuşum.

İlk ciddi direnişim doğumda olmuş. Doktor bakmış ki inat ediyorum, o yıllarda sezaryen yerine tercih edilen yöntem olan Forseps ile çekip çıkarmış beni. Dünya’ya direnerek gelen bir bebek için oldukça riskli bir merhaba olmuş benimkisi. Yüz felci, kafa kemik yapısında bozulma, zekâ geriliği gibi sevimsiz ihtimaller içinden hangisini seçtim ben de bilmiyorum ama artık tercih edilmeyen bir doğum yöntemi olduğunu ve hayatım boyu hep bir şeylere direndiğimi iyi biliyorum. Kaç kez direndim, kaç kez yeniden doğdum işte onu ben de bilmiyorum.

Zamanla değil, zihnimle büyüdüm. Hayatın içinden süzülmüş, dövüşmüş, direnmiş, yenilmiş, kazanmış, kaybetmiş, ağlamış, ağlatmış, değişmiş dönüşmüş hiçbir koşulda özüyle bağını koparmamış damıtılmışlardanım. “Gözlemci” değil tanığım. Zamanı hem ağır hem de hızlı yaşamışım. Eski usul de bilirim yenisini de dün de benim yarın da benim. 1976’dan bu yana dünya kaç kez değişti bilmiyorum ama ben en çok kendimin değiştiğine tanığım.

Analogla dijitalin tam ortasındayım ne X kuşağıyım ne de Y kuşağı, ben hep arada kalmış kuşaktanım. Her türlü krizin çirkinliğin normalleştiği nasıl da hızla değiştiğini, nasıl da hızlı döndüğünü gördüğüm, öğütücü bu dünyada hayatta kalmayı, sistemin açıklarını kendi lehime çevirerek, sisteme direnmeyi dayanmayı kendim kalmayı öğrendim. Öğrenmeyi seven, bilgiye erişmek için kütüphane kuyruğunda, kağıtla, kalemle, defterle mücadele veren, iletişim kurmak için jeton almış, tuşlu, dokunmatik ya da çevirmeli o hiç de akıllı olmayan telefonları kullanmış son kuşaktanım.

Sofra beziydim, sokak düğünüydüm, çatıdaki salça, balkon demirlerindeki yeşil biber, Siverek’te Pestil, Afyon’da patatesli ekmek kokusu, Korkuteli’nde Elma, Aydın’da İncir, Balıkesir’de sabah şekeri, genç turizmci, dalış eğitmeni, yaratıcı drama lideri, TV’de programcı, gazetede muhabir, dergide hepsi ama hangi işi yaptıysam idealistçe yaptım ve kendime çok yakıştırdım, hangi işi yaparsam yapayım hep yazdım. İlkokul birinci sınıfa gitmeden kendi kendine okumayı yazmayı öğrenen ve sabahlara kadar boyundan büyük, yaşından büyük kitaplar okuyan birisi için oldukça iddiasız ama her fırsatta yazdım. İddiasızca yazdım.

Kasetten, Walkman ’den çalınan bir şarkıydım, MP3’te track, şimdilerde de bulutlarda Spotify ’da parça ; hatta parça parça gelişen deneyimlerimle “Tüm şarkılar parçadır ama tüm parçalar şarkı değildir” gibi beylik laflar edebilen, yumurtasını kümesten almış, biriktirdiği gazete kuponlarıyla kitap almış, yeri gelmiş bırak o kitabı diye eline dantel tutuşturulmuş, yeri gelmiş bırak o telefonu diye azarlanan, azarlandıkça bilenmiş, dönem ödevleri kapakları ile yaratıcılığı gelişmiş, tüm memleketle aynı diziyi izlemiş, sokakta gece yarılarına kadar körebe oynamış, karanlıktan ve sokaklardan korkmayan, elektrikler kesildiğinde gaz lambası yakmış, Eurovision heyecanı yaşamış, neşeli şarkıların parçaya dönüştüğüne şahit olmuş Sovyetler’ın nasıl yıkıldığını, Yugoslavya’nın neden dağıldığını ve daha bir sürü şeyi anlayamamış, komşunun mevlüdünü için kapı kapı duyurma görevi verilmiş, geceleri gizli gizli televizyon açmış, ezan sesi duyunca müziği kapatmış, merdaneli çamaşır makinasını bozmuş, günlük saklamış, güzel hayaller kurmakta ısrar etmiş, inada, umuda ve aşka inanan bir kuşaktanım.

Mektuptan e-postaya, sinemadan Netflix’e, Televizyondan YouTube’a, Radyo’dan Spotify’a, Gazetelerden Sosyal Medya’ya geçişi yaşamış Google 98’de kuruldu biz onu hiç sallamadık, o günlerde biz netbul.com kullanıyorduk diyebilen hatta Windows 95 çıktığında ilk kullanmışlardanım. 1999’dan 2000’li yıllara geçtiğimiz yılbaşı akşamı geriye doğru saymışım. Tüm Dünya’da adına “Milenyum Çağı” dense pişmiş kestane ve mandalina kokusu ile evleri hala sobaların ısıttığı, tombala oynanan ve muzun lüks meyve kabul edildiği o yıllarda dünyanın bin yıla eşit zaman dilimini tüm dünya ile birlikte coşkuyla uğurlamışlardanım.

Berlin Duvarı yıkıldığında ya da 12 Eylül Darbesi acılarında çocuktum, o acıları yaşayanların anılarını kendilerinden dinledim ama 11 Eylül krizini haberlerden izlemiş 28 Şubat’tı yaşamış, 17 Ağustos 1999 depreminde çaresizliğin ne olduğunu bir gecede öğrenmiş bir gecede yaşlanmışlardan biriydim.

Evin günlük gazetesini alan, Uğur Mumcu, Hrant Dink gibi gazeteciler kahpece vurulmadan, daha onlar yaşarken televizyonlardan izlemiş, gazetede köşe yazılarını okumuş ve tıpkı ailesinden biriymiş gibi de kayıplarına ağlamış ve katillerini hiç affetmemişlerdenim.

İçimdeki çocuğun baba gibi sevdiği rahmetli Barış Manço’nun zamansız gidişinde günlerce ağladığımı iyi hatırlıyorum da nedense Ahmet Kaya’nın zamansız gidişinde neden o kadar sarhoş olmuştum hatırlayamıyorum. Gaffar Okan da Konca Kuriş de hiç tanımadan çok sevdiğim, yok oluşlarına istemeden tanıklık ettiğim ilk kişilerden oldular.

Sivas’ta yakılanların acılarını içimde hissettim, çığlıklarını duydum. Ankara Garı’nda, Suruç’ta, Reyhanlı’da Gezi Parkı’nda, 6 Şubat’ta umutlarımızın paramparça olduğu her takvim sayfasında anladım ki umutlarımla birlikte korkularım da büyüyecek, hatta Pandemi döneminde tüm Dünya ile aynı anda ölüm korkusu ile bile tanışacağım ve de tüm bu derin acılara, korkulara rağmen içimdeki çocuk sürekli neşelenecek oyalanacak bahaneler arayacaktı. Yoksa da yaratacaktı.

Ne çok acıya, vedaya tanıklık etmişim. Bir parçamı eksilten her acının, dayanılmaz ya da katlanılmaz hissettiğim her durumun içimde boşluk yaratmaması için içime sanki beton döker gibi kimini içimde gömdüm, kimini dilimde taşıdım. Yok saymayan ama nasıl var edeceğini bilememiş, fırsat yaratamış bir kuşaktanım.

Hiç orada olmadan yaşadığım acılarla, hiç tanımadan çok sevdiğim yok oluşlara, susturuluşlarına istemeden tanıklık ettiğim kişilerle birlikte çoğalan acılarıma, hepsine her şeye rağmen yarattığım bahanelerimin sığınak olduğunu yeni öğrendim. Her acı başka bir iz bıraktı. Hep bir sığınak yarattım. Zamanla geçti ama her biri deldi de geçti. Yas tutmayı da aynı anda birkaç acıya tutunmayı da hayallerin yıkıldığını da başına bir kalabalıkla, karanlığın elli tonuyla, dilin, dışın sussa bile insanın içinin istese de susmadığını ve tüm bahanelerin sığınak olduğunu, tüm sığınakların sınırlı kapasiteleri olduğunu da yeni öğrendim.

Hayatta anlayıp, öğrenip bildiğimiz şeyler değil de öğrenmek bilmek bile istemediğimiz şeylerden sınavlara girdiğimizi, tüm sınavların da sınavı olduğunu, öğreneceğimiz şeylerin hiç bitmediğini, hayatın her zaman sürprizlerle dolu olduğunu da yeni öğrendim. Eyy ‘76 doğumlular farkındasınız değil mi? Neredeyse 48 koca yıl bitti. İlk yarı bitti ama anlayacaklarımız, öğreneceklerimiz bitmedi. Bitmesin. Yaştan korkan yaşamasın. Her başka yaşta tüm yaşanmışlıklarımızı kerteriz alıp yeniden başlayalım.

Aynı hataları tekrarladığıma göre hayatı olduğu gibi kabul etmeyi ve yaşadıklarımdan ders almayı hala öğrenemedim. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını öğrenmem de zaman aldı. Hiçbir zaman kaderci olmadım ama artık daha çok kabulcüyüm. Tuhaf herkesin aksine ben kendimin en iyi versiyonundaymışım gibi de hissetmiyorum ne genç ne de yaşlı hissediyorum. Bazen hala çok genç, bazen de her şey için çok geç hissediyorum. Bazen çok anlaşılmış bazen hiç anlaşılmamış, bazen çok sevilmiş bazen yapayalnız, bazen başarmış bazen de kaybetmiş her şeyi zıddı ile kabul ettiğim yaşlardayım. Benden bekleneli değil içimden geleni yaptığımı da söyleyemem. Psikoterapist Gökhan Ergür’ün de dediği gibi  “İnsan; anlatmak, bağ kurmak, anlaşılmak için dünyadadır. Anlatamayınca ve anlaşılmayınca yavaş yavaş karışıyoruz, dağılıyoruz, çöküyoruz ve boğulup içimize gömülüyoruz. Birbirimizin kapısı, umudu, çaresi ve şifası olmaya, el uzatmaya devam etmeliyiz. Yarın hep çok geçtir.”

  • İnsan nisyanla malüldür ve fena halde hüzne, hüsrana mahkûmdur. Her hal geçici ve insan gidicidir. Başlayan her şey bitmek içindir. Yalnızlıktan korkma, tek başına kalmayı öğren.
  • Her gününü bir kafede, lokantada, çay bahçesinde geçirme. Evinde kendine ait bir masan, sandalyen olsun. Kendine iyi gelen şeyleri bul ve kapını kapatıp orada derinleş. Yığından ayrılmayı bil. Yığınla yaşadıkça “herhangi birisi” olursun, yığından ayrılınca “birisi”. Yalnızlığını sev ama oraya gömülme.
  • Sıkı dostlar edin, onları arayıp sor, vakit geçir. Ve mutlaka öteki için bir şey yap. Dünyadaki huzurun ve bereketin tek yolu öteki için bir şeyler yapmak, düşene el uzatmak, yorguna omuz vermektir. Fedakârlıkların aşırı olmasın.
  • Ekmeğini, sevgini, ilgini her zaman bölüş, paylaş ama sürekli senden almalarına, senden beklemelerine karşı çık. Sevilmediğin, kullanıldığın, hep yük taşıdığın, yorulduğun kapılardan uzak dur.
  • Âşık ol. Bu dünyanın en asil ve kıymetli duygusu aşktır. Birini, bir şeyleri çok sevmeyi öğren. Sevmeyi bilmeyen, sevgide hesap kitap yapan insandan bir cacık olmaz. Ne diyordu Çobanoğlu: “Şeytan aşkı olmadığından şeytan.” Unutma: Aşk bazen kaybettirecek, acıtacak ama insanı biçimlendiren, güçlendiren o kayıplar ve acılar olacaktır.
  • Dünya öyle çok da numarası olan bir yer değil, çok bel bağlama, çok şey umma, aksi halde büyük bir hayal kırıklığı yaşarsın. Fakat dünyaya sakın sırtını dönme, yaşamaktan umudunu kesme, bazen bir an gelir, yaşarsın ve o an, çektiğin tüm çilelerin, dünyada bulunmanın mükâfatı olur.
  • Kavga etmekten, dişini göstermekten sakın çekinme. Efendilik, tercih ettiğin, seçtiğin bir şey olsun. Yeri geldiğinde masayı dağıtmayı, sesini yükseltmeyi bil. Çünkü dünya sadece efendilikle, nezaketle, anlayışla yaşanılacak bir yer değil. İnsanlar sıklıkla, zayıf ve zararsız gördükleri şeyleri ezmek isterler, unutma.
  • İnsan kendiliğinden olmaz, birilerinin yardımıyla oluşur. Seni oluşturan insanları sakın unutma. Dostluklar, arkadaşlıklar, ortaklıklar biter, bir zaman ekmek böldüğün, yoldaşlık ettiğin kişilerle yolların ayrılabilir. O ekmeğin hatırına sakın yoldaşının arkasından konuşma, canın ne kadar yansa da beraber yol yürüdüğünüz günlerin şerefine ihanet etme.
  • Paraya tutkuyla bağlanma, kazandığın her kuruşu kenara atmaya çalışma. Vaktini sadece para kazanmaya değil, kazandıklarını harcamaya da ayır. İmkânların ölçüsünde güzel kıyafetler giyin, güzel kokular sür, güzel yemekler ye. Ölmek üzere olan insanların en büyük pişmanlıkları bu saydığım şeyleri yapmaya yeteri kadar vakit ayırmamış olmalarıdır, unutma.
  • İmkânların ölçüsünde bol bol seyahat et. Bu öyle alelade söylenmiş bir söz değil. İnsan gezdikçe, yeni dünyalar gördükçe ruhu inceliyor, iyileşiyor. Neden bu dünyada olduğunu, bu dünyada ne kadarlık yer kapladığını görüyor ve sakinleşiyorsun. Ve en nihayetinde de bir gün bu dünyadan kalkıp başka bir dünyaya göçeceğin fikrine alışıyorsun.
  • Savaşa hep seni çağıracaklar, zor işlere, tetik düşürmeye, çamurlu yollarda yürümeye hep seni çağıracaklar ama şenlik sofralarına, hurma tiridi yemeye, ışıklı sahnelere bol alkış toplayanları, filancanın oğullarını/kızlarını çağıracaklar. Seni sadece savaşta hatırlayanları hayatın boyunca unutma!
  • Aklını ve kalbini kimseye satma, kiralama. Aksi halde konuşamaz, yazamaz ve yaşayamazsın. Hayatının her anını: “Acaba ne derler?” diye geçirirsin. Hesap vereceğin yer her daim vicdanın ve inancın olsun.
  • Dünya adil bir yer değil, sakın bu dünyadan merhamet, adalet, şefkat, ayrıcalık, baht açıklığı ve iyilik bekleme. Dünya bize bir şey borçlu değil. Bize düşen şey, dünyanın öğüttüğü insanlara iyiliği, güzelliği, adaleti, sevgiyi kavuşturmaktır.
  • Ve yeniden: “Umma ki küsmeyesin”.   Babanın, dedenin parasını, mirasını yemiyorsan, birilerinin aracılığıyla ballı lokmaları yutmuyorsan çok çalışman lazım. Her ne işle uğraşıyorsan uğraş, ayakta kalmak, kendine, ailene iyi bir gelecek sunmak istiyorsan çok çalışman lazım. Herkes uyurken, gezerken, gününü gün ederken sen çalışacaksın. Sızlanmadan, kıskanmadan helal lokma için çalışacaksın. Çalışmaktan korkma.
  • Yoksulluktan değil, hırsızlıktan utan. Mevcut ekonomik şartlar, aile hayatı, iş hayatı seni yormuş, ezmiş, tüketmiş olabilir ama hepsi geçicidir. Başını dik tut. Onur da şeref de parayla satın alınamayan şeylerdir, kıymetini bil.
  • Ezcümle, geldik ve gidiyoruz. Ardımızdan çok zengindi, güzeldi, yakışıklıydı, başarılıydı, yetenekliydi demeyecekler. Bizden geriye sadece insanlığımız kalacak. İyilerden miyiz yoksa kötülerden mi? Kalan günlerimizde artık tek meselemiz bu.

Kızıma…

Umut Kaşan / Didim

You may also like...